
Masamın karşısında, bir dünya haritası. Bakıyorum… Öylece bakıyorum… Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarına; Afrika’nın gerçekte heybetli, algılarda mahrum eşsiz, mevcudiyetine bakıyorum. İnsanlığın ulaşabileceği medeniyet seviyesinin zirvelerine tırmandıklarını iddia eden kimselerin diyarına, Amerika kıtasına bakıyorum. Dünyanın merkezinde olduklarını söyleyen Çinlilerin ‘Zhōngguó’ dedikleri vatanlarına yani, Orta Ülke’ye bakıyorum. Su hayat elbette, dünyanın en büyük buz kitlesinin olduğu yere Antartika’ya bakıyorum. Dediğim gibi öyleyce bakıyorum.
Öyle ki nereye baksam gözüm seğiriyor. Bu uçsuz bucaksız kara parçaları, derunî medeniyet havzaları, kültürleri birbirine bağlayan suyolları, savaşlar, göçler, insanlar hep bir yerde kesişiyorlar. Kılıçlar hep bir yerde çekiliyor, ticaret yolları hep bir yerde bütünleşiyor. Kültürler, diller, gelenekler, alışkanlıklar hep burada çarpışıyor.
Yeri ayrı bir zengin, altı; ayrı bir mücadeleye sebep… Evet, sanırım kilit kelime, mücadele olacak. Güç mücadelesi, hükmetme arzusu, bu topraklarda akan kana sebep olan temel motivasyon. Dünya tarihine bakın, medeniyet okumalarını inceleyin; hep odak, bu topraklar.
Medeniyetlerin beşiği, Mezopotamya’dan; genişletilmiş Mezopotamya, Ortadoğu’dan bahsediyorum.
Adına Ortadoğu denen bölgeye ismini veren, bu bölgede yaşayanlar değildir. Her isimlendirme bir tanımlama, her tanımlama bir müdahaledir. Siz Ortadoğu’da iseniz, merkez olamazsınız, bir başkasının merkezine göre kurgulanır, yapılandırılır ve elbette manipüle edilirsiniz.
Bizim de içinde yer aldığımız, hatta merkezinde konumlandığımız bu coğrafyada manipülasyon, en rağbet edilen stratejidir. İstediğiniz lider ülke yönetimine gelmez, karşıtlarını silahlandırırsınız; silahlandırdığınız gruplar size saldırmaya başlar, diğerlerini silahlandırırsınız. Güç mücadelesini her zaman siz yönetmek ve yöneticileri bir kukla kılmak istersiniz.
İstemediğiniz biri halkın sandığa yansımış özgür iradesi sonucu iktidara gelir, önce işleri adım adım düğümlersiniz. Elektrik kesintileri, benzin kuyrukları, eriyen para birimleri, yoksullaşan halk… Manipülasyona uygun zemin oluşturulduğunda buraların çok uzağında, denizler, okyanuslar ötesinden düğmeye basar, istemediğiniz bir formda olan ve istediğiniz forma girmemeye direnen ‘diktatörü’ indirir; bir cuntacıyı başa getirirsiniz. Ardından bir anda cuntacının cebinden bir sürpriz yumurta çıkar ve ne elektrik kesintileri kalır ne benzin kuyrukları… Halkın seçtiğini, hapse atarsınız. Halkı, hapse tıkarsınız. Halkın kardeşlerine açtığı yolları, dümdüz edersiniz.
Demokrasinin beşiğinden, insan hak ve hürriyetlerinin, kadim savunucuları gelir yanınıza, birlikte fotoğraf çektirir; halka yaptığınız darbeye karşı kadeh tokuşturursunuz.
Önce sorunu oluşturur sonra büyük bir kurtarıcı edasıyla ortaya çıkar ve masaya yumruğunuzu vurarsınız. Eğer savaş uçaklarınız için bir yakıt vahası var ise müdahaleniz, hiç uzun sürmez. Yanınıza dostlarınızı da alırsınız, ‘meşru’ bir aktör olarak sonuç alırsınız. Kimse sizi sorgulamaz, hatta dünya sizin bu müdahalenizi televizyon kanallarından canlı canlı çekirdek çitleyerek seyreder. Bir bakmışsınız, vahalar derhal paylaşılmış, ticaret hemen başlamıştır. Müdahale edilen diyarın sakinleri mi? Orada duralım, önce masraflarımızı karşılayalım, sıra onlara gelecektir. Gelmez…
Eğer bir vaha göremiyorsanız, beklersiniz. Kriz tırmanır… İnsanlar ölür, siz silah satarsınız. İnsanlar ölmeye devam eder, siz bir köşeden seyredersiniz. Envai çeşit silah, envai çeşit bomba, envai çeşit füzeler ile şehirler harap edilir, ülkeler parçalanır, siz beklersiniz. On binlerce insan ölür, milyonlarca insan evinden edilir; hakları gasp edilir. Denizler, dağlar aşılır, göç dalga dalga büyür… Siz insanlık namına(!) insanları boğarsınız. Denizler, insan cesetleriyle dolar taşar.
Birkaç kare fotoğraf, katılaşmış kalbinizi sarsmaya yetmez ama birkaç cümle eder durumu geçiştirirsiniz.
Varil bombaları, kimyasal silahlar, füzeler, tanklar, tüfekler; bir millet üzerinde denenir, siz susarsınız.
**
Eskiden Halep deyince aklıma kumaşlar, çarşılar, bezirgânlar, kervanlar, yollar ve zenginlik gelirdi. 2012’de artık kurşunlar, havanlar, toplar ve gülleler geliyor(2) demişti söz üstadı, İskender Pala. 2012 yılının sonbaharında başlamış, 8 hafta boyunca Halep’i yazmıştı. Kış geldi, ilkbahar, yaz geldi. Mevsimler geldi, gitti. Ama Suriye’ye barış gelmedi. Yıkılmadık ev, alınmadık can, kalmadı neredeyse. Canlar denizlerde, suların derinliklerinden özgürlüğe uçtular. Çocuklar, gün ışığı göremeden karanlığa gömüldüler. İnsanlar yerlerinden yurtlarından edildi, yollara mahkûm kılındı.
Suriye tarihte örneği görülmedik bir savaş ile boğuşuyor. Şehirler harap oldu, ülke paramparça edildi.
Gecenin karanlığını kurşunların savurduğu, yoksul akşamları top mermilerinin delik deşik ettiği, bebeklerin saniye aralıklarında ölüme vardığı Halep, hemen şu yanı başımızdaki yurt, kulak verseniz güllelerin sesini işitebileceğiniz şu şehir, biliyor musunuz, 500 yıldan ziyade sizin hatıralarınızı biriktirmişti.(3)
İki milyonu aşkın Suriyeli, biriktirdiğimiz hatıralarla bize sığındı. Hatıralarımıza hiç unutulmayacak nitelikte olan yenilerini ekliyoruz. Zor, güç; ama belki bir gün barış Suriye’ye gelirse, o hatıralar dilden dile, gönülden gönüle yayılacak ve biz harap, bitap, Halep’i birlikte onaracağız. Çünkü biliyoruz, yüzyıllarca Halep çarşısında altın döven ustalar sohbetlerine şöyle başlardı: “İstanbul batsa Halep onu yeniden çıkarır”.
1.Pala, İskender; Halep… Ah Halep 9 Ekim 2012
2. (ii) Aynı eser